‘The social network’ 2000li yılların en başarılı kabul edilen filmlerinden biri. Neden böyle olduğunu filmi izleyince anlıyorsunuz. Film, Ben Mezrich’in “The Accidental Mlionaires” kitabından uyarlandı fakat senarist Aaron Sorkin‘in yaptığı işi görünce tamamen bir yere bağlı kalınmadığını anlıyorsunuz.
İsimler aynı kalsa da “The Social Network” Zuckerberg’in biyografisinden çok; açılış, ilerleme ve genel hikâye üstüne ondan esinleniyor. Facebook’un 2003’teki başlangıcından beri onun hakkında manşetlerin dışında pek bir şey öğrenmiyoruz. Aslında filmde “doğru-gerçek” kavramı yok. Aaron Sorkin gerçekler arasından seçim yaparak ve sonradan, bunları özgürce yorumlayarak bir sanat eseri yarattı. Doğruluk artık ikincil bir konudur. Sorkin ve Fincher arasındaki bu olağanüstü iş birliğinde, Zuckerberg’in portresi, sanırım bu iki usta arasındaki bir gerilim, hatta bir muhalefet tarafından üretildi. (Yazılan ile oyuncu seçimi arasındaki karşılaştırma gibi) Film herkesin farklı sonuç çıkartabileceği şekilde ilerliyor ve bitiyor. Hiçbir şekilde kimseyi aklamaya veya karalamaya çalışmıyor, tabi ufak şekilde dokundurduğu yerler var. İlgi çekici olmayan kısımları olmasına rağmen film bir gerilim filmi gibi ilerliyor. Elektronik arkadaşlık ve sanal duygular dünyasından; eski moda hoşnutsuzluk, hırs, ihanet arasındaki çatışma anlatımı ile yankılanan çağdaş bir hikâye. Sonuç, kesinlikle zamanının ve yerinin simgesi olan bir film, bir başyapıt. The Social Network; sınıf, görgü kuralları, etik ve bir dehanın işindeki özümsemesine eşlik eden benliğin boşaltılması gibi şeyleri kurnazca harmanlıyor
The Social Network ‘ın barındırdığı göze çarpan paradoks, dünyanın en popüler sosyal medya sitesinin; dayanılmaz derecede, neredeyse patolojik olarak zayıf insan becerilerine sahip bir adam tarafından yaratılmış olmasıdır. Ancak Mark, kendi özgün benliğini keşfetmek yerine, kendi hayatını
– bizimkini- sıfırlara ve birlere dönüştürerek bir veri tabanı oluşturuyor, bu da onu o yapan şeydir. Filme bu yönden bakılırsa aslında insan ruhu hakkında bir hikâye.
Film kalabalık bir üniversite barında bir çiftle başlıyor ve bir odada bilgisayarında sürekli yenileme tuşuna basan yalnız bir adam ile bitiyor. Zuckerberg’in portresi çok yönlü ve belirsiz; iki farklı izleyici onu aynı şekilde görmeyecek. Bariz olanın (para, seks, şöhret) ötesinde, kişiliği sinsi gülümsemeler, sözcük fışkırmaları ve acı verici duraklamalarla ortaya çıkan Mark’ı gerçekten neyin bu yola ittiğini bilmek zor. En sonunda bedeli herkes ödüyor: Winklevosses, Eduardo, hatta Mark’ın kendisi
Filmin açıkça ortaya koyduğu gibi,Facebook’un kuruluşunun ardındaki gerçekler tartışmalıdır, ancak hiç şüphesiz Zuckerberg Facebook’u yarattı. Yine de bu başarıyı kutlamaktan çok uzak olan film, parayı pek önemsemeyen bir adamın nasıl dünyanın en genç milyarderi olduğunu ve tek gerçek arkadaşını kaybettiğini inceliyor.
Saverin olarak Andrew Garfield(bayıldımmm), Eisenberg’in bastırması gereken duygusal akıcılığa- korku, kızgınlık ve incitici hislere – sahip ve iyi bir şekilde yansıtıyor. Andrew Garfield bazen teslim olmuş gibi ekranda solabilir, ancak burada karakteri sadece sallantıdadır, Eduardo’yu bu kadar çekici kılan ve bazen, Mark’a karşı böylesine bir tezat oluşturan temel bir nezaket tarafından destekleniyor. Film aynı zamanda Saverin’in iyi bir adam olmasına rağmen, Facebook’un başarısından aslında daha sonra iddia ettiği kadar sorumlu olmayabileceğini göstermek için uğraşıyor, bu nedenle karakterde gri bir gölge var.
Jesse Eisenberg başrolde oldukça iyi, çoğu eleştirmen bu yönde düşünüyor. Mark’ın duygularını bastırdığını başarılı bir şekilde izleyiciye ilettiği söyleniyor.
Filmdeki bir diğer kayda değer performans, benmerkezci ve yüksek yaşayan, Napster’ın kurucusu olan Sean Parker (yani müzik endüstrisini diz çöktüren adam) Justin Timberlake’den geliyor. Filmdeki herkes içinde en gevşek olan Parker’dır ve Timberlake bu rolde harika.
Dijital çekim yapan ve görüntü yönetmeni Jeff Cronenweth ile çalışan Fincher, “The Curious Case of Benjamin Button” a göre daha az özel efekti uygulayarak görsel tarzını düşürüyor. Harvard, renklerin bile neşeden sızmış gibi göründüğü The Social Network’te klostrofobik bir anlatım söz konusu. Sınırlandırılmış, kasvetli ve sığ alan, Mark’ın dünyasının sınırlarını ifade ederken, farklı zamanlar ve alanlar arasındaki hızlı, kesintisiz geçişler filmin ritminin hiç düşmemesini sağlıyor. Yine de film ne kadar hızlı hareket ederse etsin, Fincher, kurgucu Kirk Baxter ve Angus Wall ile çalışarak, hızlı tempoda durur ve anın duygusal gücünün genişlemesine izin verir.